Resveratrol ve Kanser
Giriş
Resveratrol, siyah üzümün soğuk hava koşulları,
mantar enfeksiyonları gibi etkenlere bağlı olarak kendini korumak için ürettiği
bir maddedir. Resveratrolün cis- ve trans- izomerleri vardır. Trans-resveratrol
(trans-3,5,4’-trihydroxystilbene) başta üzüm olmak üzere pek çok farklı bitkide
varolan doğal bir polifenolik fitoaleksindir.
Fitoaleksinler,
bitkilerde UV ışını, hasar ve infeksiyonlara karşı
gelişen ikincil yapılardır (1,2,3). Resveratrol En yoğun olarak siyah üzümün
derisinde bulunan bir non-flavanoiddir. Daha az oranda asmanın kökü, sapı ve
çekirdeğinde bulunmaktadır.
Üzümün kendisinin başta mantar
enfeksiyonları olmak üzere soğuk hava koşulları, ultraviyole radyasyon ve
patojen mikroorganizmalara karşı korumak amacıyla salgıladığı fitoalexin grubu
bir bileşiktir. Fitoalexin terimi eski yunandan günümüze kadar kelime anlamı
itibariyle koruyucu ve savuşturucu anlamında kullanılmıştır. Resveratrol üzümde
olduğu gibi insanda da fitoalexin etkisi göstermektedir. Özellikle soğuk hava
koşullarında yetişen üzümlerde resveratrol oranı çok yüksektir (4). Resverarol
ayrıca kimyasal olarak da sentezlenebilmektedir.
Avrupada son yıllarda yapılan
araştırmalar da resveratrolün mayalarda ve meyve sineklerinde yaşam sürelerini
uzattığına dair bulgular elde edilmiştir. Maya hücrelerinin ömrünü %80 oranında
artırmaktadır. Resveratrol molekülü yaşlanmayı düzenleyen genleri etkileyen
enzimlerin harekete geçmesini sağlayarak bitkilerin zor hava koşulların da
hayatta kalmasını sağlar. Bu nedenle de çok soğuk iklimlerin yaşandığı
bölgelerde yetişen üzümlerde daha yüksek oranda resveratrol bulunur.
Resveratrol uzun ve sağlıklı yaşamayı sağlayan Sirt1’ in çalışmasını tetiklemektedir.
Sirt1 yediklerimizi yağ olarak mı depolamamıza yoksa yakmamız mı gerektiğine
karar veren bir proteindir (5).
Doğal Bir Antioksidan Olarak Resveratrol
Polifenoller; flavonoidler, antosiyaninler,
fenolik asitler, lignanslar ve stilbenleri kapsayan bir antioksidan ailesidir.
Resveratrol (3,4’,5-trihydroxystilbene) stilbenlerin alt grubu olup polifenolik
bir bileşiktir. Resveratrol 1976 yılında üzümde fitoaleksin olarak
keşfedilmiştir. 1982 yılında resveratrolün Çin ve Japonya’da Kojo-kon
(Kojo-kon:Itadori çayı olarak da bilinmektedir) olarak adlandırılan; cilt
enfeksiyonları, fungal enfeksiyonlar, kalp, karaciğer ve damar hastalıklarında
kullanılan “Polygonum cuspidatum” kurusunda bulunduğu bildirilmiştir. Fransa’da
kırmızı şarap tüketimi ile kardiovasküler hastalık sıklığı arasında ters orantı
saptanmıştır (Fransız paradoksu) (6).
Resveratrol’ün
doğal antioksidan rolü üç farklı antioksidan mekanizma ile açıklanmaktadır.
Bunlardan biri, koenzim Q ile yarışmak ve ROS oluşum yerinde oksidatif zincir
kompleksini azaltmaktır. Diğeri, mitokondride
oluşan süperoksit radikalini yakalamak, sonuncusu ise fenton reaksiyonu
ürünleri tarafından indüklenen lipid peroksidasyonunun inhibisyonudur. Birçok
çalışmada resveratrolün hem süperoksit hem de hidroksil radikalini yakalama
yeteneğinin olduğu gösterilmiştir. Ancak bu özellik diğer pek çok güçlü
antioksidandan daha zayıftır. Resveratrolün hidroksil radikalini yakalayabilmesi,
9.45 x 108 M-1sec- tepkime hızı ile, askorbik asit gibi potent bir radikal
yakalayıcısından daha yavaştır. Resveratrol
in vitro koşullarda ROS’un zayıf yakalayıcısı olmasına rağmen in vivo olarak güçlü bir antioksidan işlevini
görür. Resveratrolün in vivo antioksidan özelliği nitrik oksit sentezini
arttırma yeteneği ile güç kazanmaktadır. Burada in vivo antioksidan olarak,
nitrik oksit süperoksidi yakalama yeteneğine sahiptir. Resveratrol biyolojik
sistemlerde bulunan antioksidanların hücre içi konsantrasyonlarının sürdürülmesini
de sağlamaktadır. Resveratrolün hidrojen peroksit ile aktive olan insan
lenfositlerinde glutatyon miktarını arttırdığı gösterilmiştir. Başka bir
çalışmada da insan lenfositlerinde resveratrolün glutatyon peroksidaz, glutatyon
redüktaz ve glutatyon-S-transferaz gibi glutatyon metabolizması ile ilgili
enzimlerin miktarını arttırdığı gösterilmiştir (7).
Resveratrolün Biyosentezi
Resveratrolün biyosentezini, stilben
sentaz enzimi kataliz eder. Resveratrol bitkiler tarafından strese yanıt olarak
üretilir ve normalde fazla miktarda üretilmez. Resveratrolün biyosentezi
p-kumarol-CoA’nın p-kumarol kalıntısı ile malonil-CoA’dan 3 adet C-2 alt
ünitesinin dekarboksilasyonu ile kondensasyon sonucu oluşur. Daha ileri
reaksiyonları resveratrolün bifenolik halkasının 3.posizyonunda glikozil yada
sülfat kalıntıları ile konjuge olmasıdır (8).
Resveratrolün Emilimi
Resveratrolün büyük kısmı
jejunumdan, az kısmı ileumdan emilir. Bazolateral tarafa transport edilen
resveratrolün çoğu, glukuronid ve sülfat formlarına konjuge edilir. Tüm perfüze
edilen resveratrolün ve konjugatlarının yalnızca % 6’sı barsak epitelini
geçmektedir. Resveratrol diyet ürünlerinde cis ve trans şeklinde bulunur.
Glikozile formu 3-O-β-D-glukozidtir. Glikozilasyon resveratrolün enzimatik
olarak oksidasyonunu önler ve böylece biyolojik etkinliğini korur,
kararlılığını ve biyoyararlanımını arttırır. Barsak hücreleri sadece glikozile
olmayan resveratrolü absorbe ettiği için emilim sürecinde glikozidazlar
gerekir. Yiyecekteki glikolize olmayan ve glikozile resveratrolün göreceli
oranları emilim hızını düzenler. Trans-piseidin deglikozile edilmesi ince
barsakta laktaz florizin hidrolaz [Lactase phlorizin hydrolase (LPH)] ve
sitozolik-ß-glukozidaz [Cytosolic-ß glucosidase (CBG)] tarafından olmaktadır.
Enterositlere geçişte trans–piseid’in 2 yolu vardır: Birinci yol apikal membran
üzerinde bulunan LPH iledir. Lümene glikozile olmayan trans-resveratrol olarak
salınır. Daha sonra karşı tarafa difüze olur. İkinci yol sodyuma bağlı glukoz
taşıyıcısı 1 [Sodium-dependent glucose transporter1 (SGLT 1)] ile fırçamsı
kenar (brush-border) membranını geçtikten sonra CBG ile glukozidlerin
yıkımıdır. Deglikozilasyondan sonra trans-piseid’ten trans-resveratrol
oluşumaktadır. Trans-resveratrol enterositlerde daha ileri metabolize edilir,
oluşan yeni bileşik glukuronik konjugatıdır. Major glukuronat
trans-resveratrol-3-O-β-glukuronidtir. Glukurokonjugat enterositlerden barsak
lümenine salınır (9).
Resveratrolün Dokulara Taşınması
Resveratrolün hidrofilik konjuge
hale gelmesi kana geçişini, vücutta dağılımını ve ekskresyonunu kolaylaştırır.
Resveratrol ve metabolitleri karaciğer ve safra kesesi tarafından kandan filtre
edilerek safra ile barsaklara atılır. Daha sonra geri emilime uğrar.
Resveratrol oral yolla alındıktan kısa süre sonra kolonda bulunur. Ancak
dokulara dağılımı birkaç saat alır. Resveratrol karaciğerde glukuronatlanır,
karaciğer ve duedenumda sülfatlanır. Sülfatla konjugasyon resveratrolün
biyoyararlanımında hız sınırlayıcı basamaktır. Diyetle alınan oral dozun %70’i
plazmada resveratrol ve konjugatları şeklinde tepe noktaya erişir; yarı ömrü
dokuz saattir. Değişmemiş resveratrol eser miktarda plazmada saptanır (10).
Resveratrolün Hücre
İçi Reseptörlere Bağlanması
Resveratrolün hücre içi reseptörleri
konusunda bilinenler çok azdır. Aril hidrokarbon reseptörüne (AhR) bağlanan
digoksinin kompetetif antogonisti olabileceği gösterilmiştir. Resveratrol,
AhR’nin nukleusa tranlokasyonunu sağlamaktadır. Genistein ve resveratrol gibi
fitoöstrojenler, insan östrojenleri ile bazı yapısal benzerlikler
göstermektedir ve östrojen reseptörüne bağlanabilmektedir. Bazı çalışmalarda da
resveratrol ile östrojen reseptörleri arasındaki etkileşim gösterilmiştir.
Resveratrol, östrojenle ilgili genlerin ifadelenmesini indüklemek için
estradiol ile kombine olduğunda “süperagonist” olarak fonksiyon görmektedir.
Son yapılan çalışmalarda resveratrolün her iki izomerinin ılımlı
konsantrasyonda (>10 µM) yalnızca süperöstrojen etkinliğine sahip olduğu;
daha düşük konsantrasyonlarda (<1 µM) antiöstrojenik etkilerinin bulunduğu
gösterilmiştir. Resveratrol meme kanseri hücrelerinde östrojen reseptör agonisti
olarak rol oynamaktadır (11).
Kanser ve Resveratrol
Resveratrolün anti-kanser etkisi 1997’ ye kadar bilinmiyordu. Bu
etkisi polinükleer aromatik hidrokarbon dimetilbenz(a)anthrasen (DMBA) ile
indüklenen tümörün oluşması ve ilerlemesini bloke etmesiyle anlaşılmıştır. Bu
durumun anlaşılmasından sonra resveratrol ile ilgili araştırmaların
yoğunlaştığı alan (en çok dinamik etkiye sahip olanı) kanser olmuştur.
Güvenilir pek çok kanıtın desteğiyle kanserin pek çok safhasında durdurucu ve
engelleyici özelliği ile 1.dereceden doğal tedavi sağlamaktadır. Resveratrol
sadece kanser önleyici değil, ek tedavi olarak da önerilmektedir. Resveratrol
hakkında ki son bilgiler resveratrolün eşsiz bir hücre yok etme sistemine sahip
olduğunu göstermiştir. Tümör baskılayıcı gen p53 olsa da olmasa da kanser
hücrelerini öldürmektedir(12).
Birçok araştırmada resveratrolün insan kanserlerinde (meme, prostat, deri, gastrik, akciğer, kolorektal, pankretik vb.) anti-kanser ve kanser önleyici özellikleri tanımlanmıştır. Resveratrolün kanserin başlangıç, ilerleme ve gelişim dönemlerine nasıl etki ettiği araştırılmıştır. Tümör başlangıcına etkisi hayvan modellerinde antimutajen ve serbest radikalleri inhibe etmesi ile antioksidan özelliğinden kaynaklanmaktadır. Cox-1 'in inhibisyonu ile tümör ilerleme aktivitesini azalttığı gözlenmektedir. Bu enzim proinflamatuar madde olan araşidonik asitten değişerek oluşan bir maddedir ve tümör gelişimini uyarır. Resveratrol 100 µg/ml Cox-1 enzimini %98 oranında inhibe etmektedir. Gelişimle ilgili çalışmalar göstermektedir ki insan promyelotik lösemi hücrelerinin diferentiationunu teşvik etmektedir ve ribonükleotid redüktazı inhibe etmektedir. Çoğalan hücrelerde DNA sentezi için bir enzime ihtiyaç vardır. Resveratrol'ün kan-forming hücrelerine karşı minimum toksik etkisi anti-kanser potansiyalini cazip kılmasıyla karakterizedir(13).
Hücre Döngüsünün Düzenlenmesi
Hücre dögüsü siklin bağımlı kinazlar
(Cdk1, 2, 4 veya 6), düzenleyici siklin alt üniteler (siklin A, B, Ds veya E)
ve inhibitör proteinler (p21WAF1 ve p27KIP1 gibi) arasında sıkı bir etkilşim
ile düzenlenir. Cdk1/siklin A ve B aktivitesi mitoz için gerekliyken, S
fazında G1/S geçişi ve progregresyonu için siklin Ds/Cdk4/6, siklin E/Cdk2 ve
siklin A/Cdk2 gereklidir. G1/S geçişi için sislin D/Cdk4/Cdk6 ve sislin E/Cdk2
komplekslerinin aktivasyonu gereklidir. Daha sonra Rb’ den (retinoblastoma
protein) E2F’lerin ayrılması S fazına girmek için gerekli olan bir seri hedef
geni aktive eder.
Hücre döngü kinaz aktiviteleri, siklinlerin
ve Cdk’ların veya Cdk inhibitörlerinin inaktivasyonunun aşırı ekpresyonuna
rağmen insan kanserlerinde upregüle edilir. Özellikle siklin D1-Rb ekseninin
yeniden düzenlenmesi insan kanserlerinde ortaktır. Çünkü siklin D1 birikimi
çeşitli kanser türlerinde (karaciğer, meme, akciğer, deri, özefagus kanserleri)
bulunur ve hücre döngü modülasyonunu etkiler. Resveratrol mikro-molar
konsatrasyonlarda major hücre döngüsü mediyatörlerini düzenlenler.
Resveratrolün anti-proliferasyon etkisi p21WAF1 ve p27 KIP1’ in indüksiyonuna
ve siklin D1/D2/E, Cdk 2/4/6 ve hiperfosforüle pRb’ nin downregülasyonuna
katılır. Başka hücre tiplerinde resveratrol hücre siklusunu S, G2/M
fazlarında Cdk7 ve p34Cdc2 kinazları inhibe ederek durdurur. Resveratrol p53
tümör baskılayıcı proteini ve onun post-translasyonel modifikasyonunu upregüle
eder. Bu da p53-responsive genlerin (p21WAF1, p300/CBP, APAF1 ve Bak)
ekspresyonunu indükler ve Bcl2’ nin downregülasyonuna neden olur.
Resveratrol ribonükleoit redüktaz ve
DNA polimeraz enzimlerinin azaltarak DNA
sentezini inhibe eder. Ayrıca resveratrol tümör dokularının %73’ nün eksprese
edildiği medulloblastomasda c-MYC’ yi downregüle eder. Bunun downregülasyonu S
fazını durdurur. MYC, Cdk1 inhbisyonunun upstremi MYC’nin aşırı eksprese olduğu
hücrelerde apoptozisi indüklediği görülmüştür. Cdk1 inhibisyonu survivini
downregüle eder. Bilinen Cdk1 hedefi MYC’ nin aşırı ekspre olduğu hücrelerin
yaşamıiçin gereklidir. MYC bağımlı apoptozis in-vitro ortamda ve MYC bağımlı
mouse lenfome, hepatoblastoma tümörlerde gözlenir. Prostat kanser hücrelerinde,
resveratrol hem adrojen duyarlı hemde duyarsız durumlarda siklin B ve Cdk1
ekspresyonunu ve siklin B/Cdk1 kinaz aktivitesini azaltır. Bu yaklaşımlarda
yapı aktivitesi arasındaki ilişki kullanılarak daha etkili analoglar insaa
kanser türlerinin tedavisi için geliştirilebilir (14).
Kontrol noktası, hücre döngü
noktasında önemli rol oynar. Kontrol noktası mekanizmalarının kritik hedefi
DNA’ yı değiştirmektir. Bu da DNA’ ya hasar veren ajanlara veya UV radyasyona
maruz kalmasının sonucu olur. Hücreler DNA hasarına sensörlerle cevap oluşturur.
Bu sensörler kontrol noktası yolaklarını aktive eder ve hücre siklusu sırasında
G1, S veya G2 fazlarında progresyonu geçiktirir. ATM ve ATR gibi birçok
fonksiyonel modül içeren protein kompleksleri hücre siklusu arresti, DNA tamiri
veya apoptoz gibi DNA hasarına ve sinyal alt uyarımına karşı hassastırlar. ATM
p53’ ü fosoforlayabilir ve p53 bağımlı G1/S hücre döngü arestini, p53
stabilizasyonu ile başlatabilir. Alternatif olarak ATM/ATR kinazlar Chk protein
kinaz ailesini (Ch1 ve/veya Chk2/Rad52/Cds1) fosforlar ve aktive edebilir. Chk
kinazlar cdc25 protein fosfotazları fosforlar ve sonra inaktive ederler. Cdc25
aktivitesi, cdk moleküllerindeki tirosin 15 rezidüsü defosforilleyerek hem Cdk2
hem de Cdc2’i aktive etmek için gereklidir. p53 bağımlı yolağın aksine, p53
bağımsız kontrol noktası daha hızlıdır ve posttranslasyonel olarak çalışır.
Resveratrolün, insan malignant B hücrelerinde ATM/Chk yolağıyla hücre
siklusunun S faz arrestini indüklediği ve ovaryum kanser hücrelerinde
ATM/ATR-Chk1/2-Cdc25C yolağını aktive ederek Cdc2-tyr15 fosforilasyonuna neden
olduğu görülmüştür. Bütün bunlar göz önüne alındığında resveratrol
anti-proliferatif etkisini hücre siklusundaki çoklu yolakların farklı
düzenlenmesine katırak gösterdiği düşünülebilir. Bu çoklu hücre siklusu
hedefleri hem resveratrolün konsatrasyonuna hem dehedef hücrelerin karakterizasyonuna
bağlı olabilir (15).
Apoptozis ve Sağ Kalım Yolakların
Düzenlenmesi
Resveratrolün primer büyüme
inhibitör etkisi anahtar hücre döngüsü aktivatörlerinin downregülasyonu ve
p21WAF1’ in p53 bağımlı ve p53 bağımsız upregülasyonu ile düzenlenir. Çeşitli
çalışmalar resveratrolün indüklediği arrestlerin apoptotik hücre ölümüyle
olduğunu göstermiştir. Ayrıca resveratrolün doğrudan apoptotik ve sağkalım
yolak genlerinin modülastonuyla hücrenin yaşamasını engeller. Apoptoz,
pro-apoptotik ve anti-apoptotik proteinlerin karmaşık bir ağıyla düzenlenir.
Apoptotik sinyaller ekstarnal stimuli/ligantlar, gama/UV radyasyonun ve
sitotoksik ilaçların neden olduğu hücresel stres ile oluşabilir. Bu hücresel
stres mitokondriyal geçirgenliğe sebep olabilir. Sonuç olarak mitokodriyada
geçirgen por transitionındaki değişiklikler, “apoptozom” komplekslerinin
oluşumuna neden olur. Apotozomlar kaspaz 3, 6 ve 7’ yi aktive ederek kaspaz 9’u
aktive eder. Kaspaz aktivasyonu apoptotik proteinlerin (NAIP, cIAP1, cIAP2,
cIAP2, XIAP ve survivin) inhibisyonuyla düzenlenir. IAP kaspazlara bağlanır ve
onları aktivitesini antagonize eder. SMAC (aynı zamanda DIABLO olarak da
bilinir) kaspazın ikinci mitokondrial türevli aktivatörüdür. Bu aktivatör
sitoplazma içine salınır, bağlanır ve IAP’ leri nötralize eder. Bu durum kaspaz
aktivitesini düzenler ve apoptozu indükler(14). Survivin, kanser hücresinde
mitokondriyadan salınan Smac’ ı engeller. Mitokondriyal sitokrom c s Bcl2
protein ailesi tarafından da düzenlenir. Pro-apoptotik Bax, BID ve BIM
apoptosizi kolaylaştırmak için mitokondriye geçerken Bcl2-like anti-apoptotik
proteinler mitakondri membranı dışında
bulunur ve sitokrom c salınımını inhibe ederler. p53 Bax, Noxa, PUMA ve BID
gibi çok sayıda mitokondrinin düzenlediği apoptotoik genleri indükler ve
anti-apoptotoik Bcl2 ve CIAP2’ yi baskılar. Resveratrolün düzenlediği apoptozis
çeşitli kanserlerde p53 aktivasyonu ile ilişkilidir. Pro-apoptotoik Bax, Bak,
PUMA, Noxa ve Bim’ in ekpresyonunu arttırır ve
anti-apoptotik Bcl2, Bcl-XL ve Mcl-1’ in ekspresyonunu inhibe eder.
Sonuç olarak Bcl2’ nin aşırı ekspresyonu resveratrolün indüklediği kaspaz-3
aktivasyonunu ve apoptozisi baskıladığı gösterilmiştir.
Resveratrolün düzenlediği apoptoz
ölüm reseptörü Fas/CD95/APO-1 ile olur. Fas/CD95/APO-1 ve TRAILR ölüm reseptör
ailesinin üyeleridir. Bunlar ilgili liganda bağlandıktan sonra kaspazı aktive
ederler. Fas’ ın sitoplazmik domaini adaptör proteinlerle etkileşir. Aktif
kaspaz-8 doğrudan kaspaz-3 ve kaspaz-8’ in inhibitörü olan FLICE inhibitör
proteinini böler. Ölüm sinyalinin amplifikasyonu, merkez hücrede kaspaz aktivasyonun
mitokondriyal yolağının etkileşmesiyle olur. Mitokondriyal membranda Bcl2’nin
inhibisyonu sitokrom c salar. Sitokrom c de prokaspaz-3’ ü aktive eden
kaspaz-9’a ve APAF1’ e bağlanır. Resveratrolle TRAIL arasında da benzer etkinin
başka çalışmalarda bildirilmiştir. Resveratrol TRAIL’ indüklediği apoptozisi,
G1 hücre döngüsü arresti ve survivinin tükenmesiyle arttırır. Ayrıca
resveratrolün miyolama hücrelerinin kemoresistansını kırdığı ve bortezomib ve
talidomidin apoptotik etkilerini artırdığını gösterilmiştir. Bu etkisini anti-apoptotik
genler, siklin D1, cIAP-2, XIAP, survivin, Bcl2, Bcl-xL, Bfl-1/A1, TRAF2 ve
Akt’ nin downregülasyonuna neden olan NF-κB ve Bax/kaspaz-3 ile ilişkili
apoptozisi arttıran STAT3’ ün süpresyonuyla gerçekleştirir(16).
Sfingomyelin yolağı farklı çevresel
uyarılara (UV radyasyonu, ısı şoku, oksitatif stres, sitokinler (TNF-α ve
IL-1β) ve anti-kanser ilaçlar) cevap verir ve hücre döngüsü arrestinde, inflamasyonda,
apoptoziste ve streste yer alır. Seramid bu yolakta ikicil mesajcıdır. Bu
mesajcı ya sfingomyelin hidroliziyle ya da de novo senteziyle oluştur.
Seramidc-Jun N-terminal kinaz ve stres-aktive protein kinaz (SAPK) ile
apoptozisi indükler ve Bcl2, Bax ve Bad’ ın defosforilasyonunu kolaylaştırır.
Aynı zamanda kaspaz-3 de aktive eder. Bütün bunların yanında PLA2’ ye
(phospholipase-A2) bağlanarak kathepsi-D’ yi düzenler ve apoptozisi indükler.
Resveratrolün anti-proliferatif etkisi doz bağımlıdır. Bu durum kolon kanser
hücrelerinde, de novo seramidinin biyosentezini arttırır ve daha sonra c-MYC ve
ODC’ nin inhibisyonu gerçekleşir. Metastatik meme kanser hücrelerinde seramid
resveratrolün anti-kanser etkilerini düzenler. Resveratrol aynı zamanda olgun
kathepsin-D’ nin birikmasini kolaylaştırır(14).
Tümör İnvasyon ve Anjigenezin İnhibisyonu
Endopeptidaz ve matriks
metalloproteinazların (MMPs) ekspresyonu tümör metaztası ve ekstrasellüler
matriksin proteolitik bozulmasıyla ilişkilidr. MMP’ ler (özellikle tip IV
kollejeneazlar MMP-2 ve MMP-9) ve anjiyogenez prosesi kanser tedavisi için çekici
farmatörapatik bir hedeftir. MMP-2 ve MMP-9’ un ekspresyonu çeşitli kanser
türlerinin metaztas oluşturması ile ilişkilidir. MMP-9 ekspresyonu AP-1 ile
düzenlenir. Çünkü insan MMP-9 promotırı bu transkripsiyon faktörleri için
cis-akting regulatör elementler içerir. Resveratrolün MMP-2’ nin gelatinolitik
aktivitesini azaltarak insan umbikal endotel hücrelerinin (HUVECs) büyümesini
inhibe ettiği gösterilmiştir. Resveratol aynı zamanda NF-κB DNA-binding
aktivitesini ve AP-1 aktivasyonunu baskılayarak DMBA’ nın indüklediği MMP-9
ekspresyonunu inhibe eder.
Vasküler endotelial büyüme faktörü
(VEGF) (heparin bağlı homodimerik glikoprotein) endotele özgü reseptör trozin
kinazlar (VEGFR) ile etkileşir. VEGF tümör büyümesi ve anjiyogenez için
kritiktir. Çünkü VEGF kan damarı oluşumuna katılır. VEGF/VEGFR- sinyali, önce
Akt’ yi aktive eder daha sonra endotel
hücre sağ kalımını sağlayan PI3K için hedeftir (Şekil-5). Meme kanseri
hücrelerinin resveratrol ile tedavisi VEGF’ nin ekstrasellüler seviyesinde
önemli derecede azalmaya neden olur. Ayrıca resveratrol ERK1/2 ve Akt’ nin
aktivasyonu (hipoksinin düzenlediği aktivasyon) inhibe ederek kanser
hücrelerinin invazyonunu baskılar.
Kanserde İnflamasyon: COX-2 ve COX2’ nin Düzenlenmesi
Siklooksijenaz-2 (COX-2) hız
limitleyici enzimdir. Bu enzim serbest araşidonik asidin progaglandinlere
dönüşümünü katalizler. İnflamasyom mediyatörler ve çeşitli uyaranlarla
(mitojenler, onkogenler, tümör promotırları ve büyüme faktörleri) birçok
hücrede indüklenir. Prostaglandinler tümör hücre proliferasyonunu uyarır,
anjiyogenezi kolaylaştırır ve apoptozisi baskılar. Anormal COX-2 ekspresyonu
hem premalignant hem de malignant koşullarda ortaya çıkar. Bu koşullar çeşirli
kanser türleri (kolon, prostat, karaciğer, pankreas, meme, akciğer, ve deri
kanseri) ile ilişkilidir. COX-2 bağımlı reaksiyonlar aradinodik asitin
prostaglandin G(2)’ ye dönüşmesi sırasında ROS oluşturur. Bu durum DNA’ da
oksidatif hasara neden olur.
COX-2’ nin varlığında oksidatif DNA
hasar belirteci olan 8-okso-2’ deoksiguanozin miktarı önemli derecede artar.
Reveratrol doğrudan COX-2 aktivitesini inhibe eder ve TPA’ nın indüklediği
NF-κB aktivasyonunu bloklar. Hidroksillenmiş resveratrol analogları selektif
olarak COX-2 aktivitesini inhibe eder.
Resveratrolün COX-2 inhibisyon
mekanizması COX-2’ nin upstreaminde bulunan MKP5’ i düzenlemesiyle gerçekleşir.
MKP5, fosfotazların dual-spesifik MKP ailesinin üyesidir. MKP5, özel olarak
stresin aktive ettiği protein kinazlar p38 ve JNK’ yı defosforile eder ve böyle
onları inhibe etmiş olur. p38, prostat kanserinde pro-inflamatuvar yanıtları
düzenler, COX-2 ekspresyonunu ve pro-inflamatuar sitokinlerin salınımını
azaltır. Ayrıca p38’ in inhibisyonu NF-κB aktivasyonunun azalmasına neden olur.
Son zamanlarda yapılan çalışmalar MKP5’ in potansiyel anti-inflamatuar
mediyatör olduğunu göstermiştir. Çünkü
MKP5’ in aşırı ekspresyonu sitokinlerin indüklediği NF-κB aktivasyonunu, COX2,
IL-6 ve IL-8’ i azaltır. Bu etkiyi p38 MAPK’ yı inhibe ederek gerçekleştirir.
Resveratrol de çok sayıda prostat kanser hücrelerinde MKP5 düzeyini arttırır
(14).
Resveratrolün
Pro-oksidant Aktivitesi
Süperoksit ve hidrojen peroksit gibi
reaktif oksijen türevleri (ROS) normal aerobik metabolizmanın ürünleridir.
Düşük seviyede hücre sinyal proseslerinde önemli role sahiptirler. Yüksek
konsantrasyonlarda ise apoptozisi indükler.
Resveratrol etkili bir şekilde
enzimatik ve enzimatik olmaya sistemler tarafından üretilen süperoksit ve
nitrikoksit radikallerini temizler ve DNA hasarına karşı koruma etkisi oluşturur.
Ayrıca resveratrol mitokondriyal membran potansiyelini azaltır ve ROS üretimini
artırır. Bu bağlamda HaCat keratinositlerde UVA’ in indüklediği DNA hasarını
arttırdığı gösterilmiştir (14).
SONUÇ
Resveratrolün insan kanserleri
önlemede yüksek potansiyele sahip olduğu gösterilmiştir. Yoğun mekanistik ve
preklinik çalışmalarla hem in vivo hem de in vitor olarak resveratrolün
malignant büyümeyi önlediği ve/veya geciktirdiği ortaya çıkmıştır. Resveratrolü
farmakokinetik, farmakodinamik ve güvenilirlik özellikleri faz I aşamasındadır.
Randomize olmayan, tamamen açık çalışmalar.
Resveratrolün insanlardaki kısıtlı biyolojik
verilerine dayanarak farmakolojik olrak güvenli olduğu düşülmektedir. Son
zamanlarda resveratrolün biyouymlu analogları potansiyel kanser terapötik ajanı
olarak satılmaktadır. Resveratrolün birçok sinyal yolağı etkilediği
bilinmektedir fakat bu etkiyi tam olarak nasıl yaptığını anlamak oldukça
önemlidir. Büyük olasılıkla resveratrol ya endojen sinyal moleküllerini ya da
ROS gibi ortak sinyal mediyatörlerini ya da her ikisini etkiler. Daha başka
araştırmalarla bu olasılıkların bazıları açıklayacak ve kanseri önlemek ve
tedavi etmek için umut verici biyoaktif bileşikler geliştirilecektir.
Resveratrolle
Tümör Hücrelerinin İlaca Duyarlılığı
Resveratrol bir veya daha fazla ilca
dirençlilik sağlayan mekanizmaları düzenleyerek duyarlılık etki gösterir. İn
–vitro ve in-vivo çalışmalar resveratrolün tümör hücrelerinde ilça direnliği
önlediğini göstermiştir. Bu etkisini apoptotik yolakları düzenleyerek, ilaç
trasnpotunu down-regüle ederek ve tümör hücrelerinin prolifersyonunu aşağı
yönde düzenleyen proteinleri etkileyerek göstermektedir. Ayrıca resveratrol
NF-κB ve STAT3 yolağını inhibe ederek ilça direncini engeller.
Çoğu çalışma resveratrolün hücre sağ
kalım proteinlerini düzenleyerek tümör hücrelerinin kemotrapötik ajanlara karşı
duyarlı olmasınına neden olduğunu göstermiştir. Ayrıca resveratrol kaspaz
aktivasyonunu indükleyerek tümör hücrelerine hassasiyet göstermiştir.
Resveratrolün etkisi konsantrasyona bağlıdır. Yüksek konsantrasyondaki
resveratrol 5-FU’ nun aracılık attiği apoptozisi indüklerken, düşük
konsantrasyonu 5-FU’ nun hedefindeki apoptozisi indükler.
Bazı durumlarda, resveratrol tümör
baskılayan gen olan p53’ ün düzenlenmesiyle kemoterapötik ajanlara karşı tümör
hücrelerini duyarlı hala getirdiği gösterilmiştir. Örneğin p53’ ün
upregülasyonuyla ilaca direçli B16 melanoma hücrelerinde doksorubisinin
kemoterapötik potansiyeli arttırmıştır. Gene başka çalışmalarda resveratrolin
kanser hücre hatları üzerinde çeşitli ilaçların indüklediği apoptozun p53’e
bağlı olduğu gösterilmiştir.
Bazı tümör hücrelerinde resveratrol
membran transportların (P-gp gibi) ve multi-drung-resistansla ilişkili
proteinlerin aktivasyonunu azaltarak ilaça direci azalttığı görülmüştür. Quan
ve ark’ nın oral epidermoid karsinoma KBv200 hücrelerinin ilaça direncini
azaltmada resveratrolün etkisini incelemişler. Resveratrol kemoterapötik
ajanlar ile kombine edildiğinde, sinerjik bir etki oluşturmuş ve KBv200
hücrelerinin multi-drung resistans fenotipini tersine çevirmiştir. İlaç direnç
fenotipinin tersine dönmesi P-gp’ nin ekspresyonunun azalmasıyla ilişkilidir.
Kweon ve ark. resveratrolün, tümör hücrelerinde tersine dönen fenotip
üzerindeki etkisini araştırmışlar ve ilaca dirençli hücreleride MRP1 geninin
ekspresyonunu yükseldiğini bulmuşlar. Resveratrol uygulanması MRP1
ekspresyonunu downregüle etmiş.
Resveratrol aynı zamanda hücre
döngüsünün farklı evrelerinde hücreleri arresleyerek tümör hücrelerin ilaca
duyarlılığı arttırdığı görülmüş. Bu etkiyi hücre proliferasyonuna katılan
genleri down-regüle ederek gerçekleştirdiği düşünülmektedir. Örneğin ilaca
direçli B16 melonama hücrelerinde resveratrol dokxorubisinin indüklediği
sitotoksisiteyi arttırmıştır. Resveratrolle kombine tedavi aynı zamanda G(1)-S
fazında hücre döngü arrestinde artışla ilişklidir. Akciğer kanser hücreleriyle
yapılan bir başka çalışmada paksetaksel uygulanmasında önce resveratrolün uygulanması paksitakselin anti-proliferatif
potansitelinde önemli bir artış sağlamış.
Bazı çalışmalarda resveratrolün
NF-κB ve STAT3 yolağınının downregülasyonuyla ilaca olan direncliliği azalttığı
gösterilmiştir. Başka bir çalışmada resveratrolün miyolama hücrelerinde velcade
ve thalidomidin apoptotik ve anti-proliferatif potansiyellerini arttırdığını
gösterilmiş. Böyle bir artış NF-κB ve STAT3 yolaklarının inhibisyonuyla
ilişkilidir. Resveratrolün etkisi aynı zamanda sub-G(1) popülasyonunun
birikmesiylede ilişkilidir. Başka bir ilişkide siklin D1, cIAP-2, XIAP, survivin,
Bcl-2, Bcl-xL, Bfl-1/A1 ve TRAF2’ nin bulunduğu çeşitli apoptotik ve
proliferatif genlerin downregülasyonudur. Resveratrolün NF-κB aktivasyonunu
inhibe etmesi IκBα fosforilasyonunun ve IKK aktivasyonunun inhibisyonuyla
ilişkilidir. Bu duruma başka bir kanıt ise; multiple miyaloma hastalarında
NF-κB ve STAT3’ ün inhibisyonudur.
Kanser hücreleri oldukca zekidir.
Hayatta kalabilmek için ihtiyacı olan herşeyi yapacaklardır. Tümör
hücreleri multibl ilaca dirençli
mekanizmalar geliştirir. Bu durumda resveratrol ilaca direnci tersine çevirmek
için ideal aday olarak görülmektedir. Ancak tam olarak bilinmeyen konuları
açığa kovuşturmak için ek araştırmalara gerek vardır.
Resveratrolün kanser
kemoterapötik potansiteli üzerine 1100’
den fazla yayın olmasına rağmen ilaca
duyarlılığında 20 kadar yayın vardır ve sadece birkaçında klinikle ilişkili
hayvan modelleri yapılmıştır. Kombinasyonlar normal hücrelere de sinerjistik sitotoksik
etki gösterebilir. Günümüzde yapılan çoğu çalışma sadece tümör hücreleri
üzerine odaklanmıştır. Resveratrolün normal hücre ile kanserli hücreyi nasıl
ayırdığı hakkında bir bilgi yoktur. Bazı kanser hücrelerinde resveratrol komeprotektör olarak etki göstermiştir.
Gelecekte yapılacak çalışmalar ilaç
duyarlılığının moleküler mekanizmasının karakterizasyonu üzerine daha dikkatli
ve doğru odaklanılmalıdır.
Hücresel sinyal kaskadların
kemoprevent için potansiyel hedeftir. NF-κB ve AP-1 önemli sinyal
molekülleridir.
Hücresel sinyal yolakları mevcut
kanser biyolojisinde öenmli yere sahiptirler. Moleküler değişmelerin birçoğu
hücre sinyal yolağında oluşan karsinogenez ile ilişkilidir. Bu yolaklar hücre
prolifersyonunu ve farklılaşmasını düzenler. Sinyal ağında MAPK’lar, protein
kinaz C (PKC), fosfoinositol-3-kinaz (PI3K) gibi kinazlar bulunur. Bu kinazlar
hücre homeostazi sürdürür. Bu kinazların ve downstream transkiripsiyon
faktörleinin anormalleşmesi kontrolsüz hücre çoğalmasına sonuçlanır. Bu durum
da malignant trasformasyona neden olur.
Transkripsiyon faktörü AP-1, Jun
(c-Jun, JunB ve JunD) ve Fos (c-Fos, FosB, Fra-1 ve Fra-2) ailesinden
proteinlerin 18 farklı dimerik kombinasyonlarıyla üretilebilir. Jun
proteinleri, AP-1 DNA tanıyan elementlere (5’-TAGAG/CTCA-3’) bağlanan dimerlere
şekil verir. Ancak Fos protein ailesi stabil dimerlere şekil vermez fakat Jun
proteinleri ile heterodimerlere şekil vererek DNA’ ya bağlanır. Jun proteinleri
Jun:Jun homodimerlerden daha stabildir. Öte yandan ATF proteinleri Jun
proteinleri ile hem homodimerlere hem de heterodimerlere şekil verebilirler.
Jun proteinlerin tercihen cAMP yanıt elementlerine (CRE, 5’-TGACGTCA-3’)
bağlanır. AP-1’ in aktivasyonnu ağırlıkla olarak MAPK kazkadı ile düzenlenir
(fig.2). c-fos promoterinda major MAPK yanıt elementi serum yanıt elementidir
(SRE). SRE, transkripsiyon faktör kompleksiyle bağlanır. Transkirpsiyon
kompleks faktörü dimerik serum yanıt faktörü ve üçlü kompleks faktör Elk-1,
Sap-1 ve Sap2’ den oluşur. ERK, JNK ve p38 MAPK’ lar Elk-1’ i fosforlar ve
aktive ederler. Bu durum SRE’ ye bağlı c-Fos ekspresyonunda artışa neden olur.
Hem c-Jun hem de ATF-2 JNK tarafında fosforlanır. ATF-2’ de p38 MAPK tarafında
fosforlanır ve aktive edilir. c-Fos düzenleyici kinaz (FRK) tarafından
fosforlanan ve aktive edilen c-Fos c-Jun ile heterodimer oluşturur ve AP-1
yanıt elmente bağlanır.
NF-κB ve AP-1’ in tümör oluşumundaki rolü
NF-κB ve/veya
AP-1’ in aktivasyonu hedef genlerin
transaktive edici çeşitli sınıflarıyla tümör oluşuna katkı sağlar. Bunlar
inflamatuar, anti apoptotik, immünregülatör ve hücre dömgüsünü düzenleyici
fonsiyonlardır(Fig1-2). Çeşitli proinflamtuar hebler arasında COX-2 ve iNOS
tümör oluşumunu olumsuz yönde etkiler. TNF-α, LPS, TPA gibi dış uyaranlara
yanıt olarak bu proteinleri eksprese eden genler NF-κB ve/veya AP-1’ nin
aktivasyonuyla up-regüle edilir. Bu transkripsiyon faktörlerin apoptozisi
baskılama ve hücre döngü progresyonunu arttırma yetenekleri onların,
onkogenezin birçok evresine katıldıklarını göstermetedir. Aslında çok sayıdaki
insan malignitesinde NF-κB ve AP-1’ in aktivasyonunda artış olduğu çok açıktır.
NF-κB tümör baskılayıcı protein p53’ ün fonsiyonunu antagonize eder. Hem NF-κB’
nin hem de AP-1’in aktivasyonu siklin D1’ in transkripsiyonal up-regülasyonuyla
hücre döngü geçişini arttırır. cIAP1, cIAP2, XIAP, Bcl-2 ve Bcl-XL gibi
anti-apoptotik genlerin NF-κB ile up-regülasyonu tümör hücrelerine sağ kalım
avantajı sağlar. p21WAF1 /CIP1 , p16, p19 ve p53 gibi apoptozisi indükleyen
genlerin down-regülasyonu aynı zamanda anti-apoptotoik gen Bcl-3’ ün
up-regülasyonu AP-1’in anti-apoptotik rolünü gösterir.
NF-κB ve AP-1’ in karsinojenik
proseste anti-apoptotik rolü göz önüne alındığında, transkripsiyon faktörlerin
kemopreventif fitokimyasalların primer hedef molekülü olması mantıklı bir
durumdur. Kanıtlar, resveratrolün NF-κB ve AP-1’ in aktivasyonuna katılan
çeşitli sinyal yolaklarını engellediğini göstermektedir.
- P. Aribal
Kocaturk, G. Ozelci Kavas and D. Iren Buyukkagnici. "Pretreatment
Effect Of Resveratrol On Streptozotocin-Induced Diabetes", Biol.
Trace Elem. Res., 118(3): 244-249. (2007).
- P. Aribal
Kocaturk and G. Ozelci Kavas. "Resveratrol effects on
streptozotcin-induced diabetes". Trace Elem Electrolytes 24 (2),
112-116 (2007)
- G. Ozelci
Kavas, P. Aribal Kocaturk and D. Iren Büyükkagnici. "Resveratrol: Is
There Any Effect On Healthy Subject?". Biol. Trace Elem. Res.,118(3):
250-254 (2007).
- J A. Baur et al., "Resveratrol
improves health and survival of mice on a high-calorie diet", Nature
444, 337-342 (2006).
- Yeung F, Hoberg JE, Ramsey CS, Keller MD, Jones DR, Frye RA,
Mayo MW. Modulation of NF-kappaB-dependent transcription and cell survival
by the SIRT1 deacetylase. 2004 Jun 16;23(12):2369-80. Epub 2004 May
- Wenzel E, Germany SV. (2005) Metabolism and bioavailability of trans-resveratrol. Mol Nutr Food Res. 49: 472–481.
- Das DK, Maulik N. (2006) Resveratrol in cardioprotection: atherapeutic promise of alternative medicine. Mol Interv. 6: 3647.
- Signorelli P, Ghidoni R. (2005) Resveratrol as an anticancer nutrient: molecular basis, open questions and promises. J Nutr Biochem. 16: 449–466.
- Henry-Vitrac C, Desmoulie`re A, Girard D, Me´rillon JM. (2006) Transport, deglycosylation, and metabolism of trans-piceid by small intestinal epithelial cells. Eur J Nutr. 45: 376–382
- WalleT, Hsieh F, Delege M. (2004) High absorption but very low bioavailability of oral resveratrol in humans. Drug Metab Dispos.32: 1377-1382
- Das DK, Maulik N. (2006) Resveratrol in cardioprotection: atherapeutic promise of alternative medicine. Mol Interv. 6: 36-47.
güzel bir yazı olmuş emeğinize sağlık
YanıtlaSil